Abdullah Akçay
Filistin toprakları Kudüs’ü, Gazze’si, Yafa’sı, Hayfa’sı, Ramallah’ı, Batı ve Doğu Şeria’sı, Nablus’u, Cenin’i, Eriha’sı, Beytü’llahim ve El-Halil şehirleriyle bir bütün olarak Cenâb-ı hak tarafından etrafı mübarek kılınmış İslam topraklarıdır. Bu mübarek topraklar Osmanlı Devleti’nin 1917 yılında Filistin’den çekilmesi neticesinde yaklaşık 102 yıldır Siyonistler tarafından işgal altındadır.
Filistin Özgürlük Davası, içerisinde Kudüs’ü Şerif ve Mübarek Mescid-i Aksa’yı bulundurmasından dolayı bölgesel bir mesele değil imani bir meseledir ve İslam Ümmeti’nin ortak davasıdır.
Şuurlu Müslümanlar imanlarından almış oldukları güçle hangi şartlarda olursa olsun, ister galip gelsinler ister mağlup olsunlar hedeflerinden bir milim sapmamışlar; hiçbir zaman Kudüs’ü Şerif ve Mübarek Mescid-i Aksa’nın özgürlüğü için canla başla çalışmaktan asla vazgeçmemişler dir. İşte bütün bu çalışmaların kuvvetli bir iman gerektirdiğini anlayan işgalcilerin hedefinde bu sefer doğrudan doğruya Müslümanların sarsılmaz imanları olmuştur. Müslümanların imanlarını zayıflatarak etkisiz kılabilmek, onları işbirlikçi, gâfil veya hâin yapabilmek için stratejiler geliştirmişler; uzun ve kısa vadeli birçok plan ve programlar devreye sokmuşlardır.
Hintli âlim merhum Ebu'l Hasen Ali El-Haseni En-Nedvi ‘’Müslümanlar ve Filistin Davası’’ adlı eserinde Filistin davasının öneminden bahsettikten sonra Filistin’deki yenilgiyi anlatırken esas itibari ile batılıların ortaya koydukları planları anlatır ve şöyle der:
‘’Müslümanları savaşta yenseler bile onları davalarından koparamayacağını anlayan Batılılar, bu sefer onları imani noktada zafiyete düşürmek için çalışmaya başladılar. Müslümanlar ahlaki çöküşte o dereceye kadar indiler ki içlerinde ümmetlerine hıyanet eden ve ülkelerini birkaç dirheme yabancılara satabilen kişiler ortaya çıktı. Düşmanın gönüllü askeri oldular. Yabancılar hesabına ülkelerini ele geçirmeye kalktılar.
Bu Batı saldırısının tesiri doğudaki Moğol saldırısından daha şiddetli, etkisi daha derin ve ulaştığı mesafe daha uzak olmuştur. Onların (batılıların) bilgeleri Müslümanların içlerinde ve kalplerinde saklanan gücün esas kaynaklarını araştırdılar. O gücün ve hayatın en büyük kaynağının iman olduğunu gördüler. İmanın geçmişte neler yaptığını, ne mucizeler ortaya çıkardığını gördüler. Dolayısıyla ona düşman oldular. Bu yüzden Müslümanların üzerine Moğollardan daha zararlı, daha yıpratıcı, öldürücü vebadan daha yıkıcı iki düşman gönderdiler.
Birincisi: Şüphe. Yakîni (sağlam İman) inancın zayıflığı ki ondan çok zayıflığa ve korkuya çeken bir şey yoktur.
İkincisi:Aşağılık duygusu.Bu yüzden Müslümanlar kendilerini kendi iç dünyalarında, kalplerinin derinliklerinde aşağılamaya basit ve değersiz olarak görmeye başladılar. Kendileriyle bağlantılı her şeyi, dini, eğitimi, ahlâkı küçümser oldular. Kendi kendilerinden utanmaya ve her şeyde Avrupalıların üstün olduğuna inanmaya başladılar. Hiç bir zaman onların yenileceklerini kabul etmez hale geldiler.
Müslümanlar bu aşamada maddeye kulluk, dünya sevgisi, hızlı gelen çıkar peşinde koşma; kişisel çıkarlar ve maddi menfaatleri ilkelere ve ahlâka tercih olarak gören Batı uygarlığıyla ve Batı felsefesiyle sınanır oldular. Bu özellikler Avrupa’nın câhiliye toplumlarının karakteriydi. Bu ahlâk, psikoloji ve eğitim; Allah yolunda cihada, O’nun sözünü en yüce kılmaya engel oluşturuyordu. Zorluklara katlanmaya, acılara dayanmaya, çalkantılara direnmeye, doğru ilke ve üstün inanç uğrunda fedakarlığa yöneltmiyordu. Bunun sonucunda Müslümanların arasında zihnen aydın, ancak ruhu karanlık içinde; kalbi güçsüz, yakîni (kesin inancı) zayıf; dine bağlılığı az, dayanıksız, iradesi ve ahlakı zayıf; dünya karşılığında dinini satabilen, geç gelecek olanı çabuk elde edebileceği şeye karşılık verebilen, ümmetini ve ülkesini kişisel çıkarları karşısında satabilen, başkasına fazla bağımlı ve dayanmış bir nesil ortaya çıktı…”
‘’Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerini dinlersin. Onlar adeta sıralanmış kütükler gibidirler. Her bağırtıyı aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır. Onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) uzaklaştırılıyorlar!’’ (Münafikun,63/4)
Üstad En-Nedvi’nin bu değerlendirmelerinden esas itibari ile iki tane önemli ders çıkarmaktayız.
Birincisi: Batı hayranlığı tehlikesi.Batılıların bütün Müslüman ülkelerde uygulamaya çalıştığı ‘’Batı Medeniyetini Üstün Görme’’ başka bir ifade ile ‘’Batı Hayranlığı’’ oluşturacak toplumsal değişimi sağlama, bu medeniyeti destekleyecek yerli yöneticiler ve işbirlikçiler ile zihinsel devrimi gerçekleştirme çalışmaları. Bunun için, başta basın ve medya olmak üzere insanların bilinç altlarına hükmedecek, aynı zamanda kültürel değişimi sağlayacak her türlü imkan kullanılmaktadır. Yine Müslümanları önce yüksek refah seviyesi ile tanıştırıp daha sonra Kapitalizmin köleleri yapmaktadırlar. Daha önce Kapitalizme karşı çıkan Müslümanlar bir müddet sonra ‘’Abdestli Kapitalistler’’ olarak sahne almaktadırlar. Batılıların bu yöndeki çalışmaları günümüzde de bütün gücüyle artarak devam etmektedir.
İkincisi: Cihadsız İslam tehlikesi. Cihad ruhunun olmadığı bir Müslüman profili oluşturmak.
Yani Müslümanları diri tutan imanlarını zafiyete düşürüp; onların içlerindeki Cihad ruhunu söküp almak. Merhum Necmettin Erbakan Hocam’ın dediği gibi ‘’Batı sizin namazınıza karışmaz ama o sizin Cihad yapmanıza karışır. Çünkü Cihada karşıdır. Esas itibarı ile batı Müslümanları namaz kılan köleler haline getirmek istemektedir.”
Üstad En-Nedvi’nin uyarıları, günümüzdeki İslam ülkelerinin yöneticilerinin durumları ve yine Müslümanların gerçek İslam’ı takva ölçüsünde yaşamadaki durumları göz önüne alındığında, batının uygulamaya çalıştığı imanı zayıflatma ve cihadsız İslam anlayışında epeyce yol aldığını görüyoruz.
Kurtuluş reçetesi ise, onların bize uygulamaya çalıştıkları planların tam tersini yapmaktan geçmektedir. Sağlam ve sarsılmaz bir iman ve bu imanın zirve noktasını oluşturan cihadı terk etmeden, Batılılar ile onların yerli ve yabancı uşaklarına gereken dersi vermektir.
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki; ne kadar namaz kılarsak kılalım, Cihad etmeden Filistin Kudüs ve Mescid-i Aksa özgürlüğe kavuşamaz! Bunun için Kudüs’ü yeniden işgalden kurtaran Sâlahaddin Eyyubi bize en güzel örnektir. Salâhaddin Eyyubi’nin; önce sağlam bir iman, sonra bu imanın meyvesi olan salih bir amel devamında hakkı hâkim kılmak için Cihad etme yolundaki çalışmaları bizi hedefe ulaştırmada gerçek bir yol haritasıdır. Yani; imanınız güçlenmeden, o iman için canınızdan vazgeçemezsiniz. Güçlü bir imana sahip iseniz, o imanın zirvesi olan Cihad zirvesine ulaşmalısınız. Çünkü: Cihadsız İslam olmaz!
Velhâsıl, şuurlu her Müslümanın hedefinde Kudüs’ü Şerif ve Mübarek Mescid-i Aksa’nın özgürlüğü daima olmuştur. Olmaya da devam edecektir inşaallah. Rabbim bizi de bu şuurda olan Müslüman kullarından eylesin. Özgür Kudüs ve Mescid-i Aksa’da buluşmak dileğiyle. Allah’a emanet olun.