Ahmet Varol
29-31 Ağustos 1897 tarihlerinde İsviçre'nin Basel şehrinde ilk Siyonist kongre toplanmıştı. Bu kongrenin toplanması için çağrıyı yapan, organizasyonu oluşturan ve kongreye başkanlık eden kişi de Siyonizm ideolojisinin babası olarak bilinen Theodor Herzl idi.
Siyonizm bir fikri ve siyasi akım olarak, Basel Konferansından sonra kendini göstermeye başladı. Siyonizmin ilk toplantısında belirlemiş olduğu ana hedef dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmış olan Yahudileri bir araya getirecek bir yurt bulmak ve böyle bir yurt üzerinde bir Yahudi Devleti kurmaktı. Çeşitli tekliflerden sonra planlanan Yahudi Devleti’nin Filistin toprakları üzerinde kurulmasına ve Yahudilerin gruplar halinde bu topraklara yerleştirilmesi için çalışılmasına karar verildi.
1. Siyonist Kongre - Basel 1897
Siyonizm hareketi, görünüşte Avrupa'daki Yahudi düşmanı (antisemitist) hareketlere ve özellikle devletlerin Yahudiler üzerindeki baskılarına bir tepki olarak ortaya çıktı. Bu antisemitist akımlar Siyonizm ideolojisini geliştirenlerde Yahudiler için bir yurt arama eğilimi ortaya çıkardı. Yurt konusunda çeşitli öneriler ortaya atıldı. Ancak toplantılarda Yahudilerin rahatlarına düşkün oldukları dile getirilerek onları teşvik etmekte kullanılacak bir unsur olmadığı sürece bir yerden bir yere göç etmelerinin sağlanamayacağı ifade edildi. Daha sonra teşvik konusunda dini unsurlardan yararlanmanın en isabetli yol olacağı, bunun gerçekleştirilebilmesi için de Filistin topraklarının seçilmesi gerektiği, çünkü Yahudilerin geçmişte atalarının buralarda ikamet ettiği, aynı zamanda buralarda Yahudi dinine göre kutsal bazı mekânlar olduğu vurgulandı. Böylece yurt olarak Filistin topraklarının seçilmesi kararlaştırıldı.
Yani Siyonistler, dünya Yahudilerinin toplanacağı yer olarak Filistin'i seçmekle bir bakıma, Yahudileri belli bir toprak parçasına göç etmeye teşvik etmek amacıyla Yahudi dininin literatürünü ve kutsal saydığı bazı şeyleri istismar etmeye karar vermiş oluyorlardı. Normalde Yahudilerin ellerindeki kaynaklarda Filistin toprakları ve çevresi ("Şam diyarı" veya bir diğer nitelendirmeyle "iki nehir arası") "vaat edilmiş topraklar" olarak kabul edilmektedir. Ancak bu topraklara geri dönülmesi için Mehdi'nin beklenmesi gerektiği, Mehdi çıktıktan sonra o topraklara geri dönüleceği vurgulanmaktadır. İşte Siyonizm bu Mehdi inancını rafa kaldırarak onun gelmesini beklemeden geri dönüşü hızlandırma çabası içine girmeye, bunun için de yine Yahudi kaynaklarını kullanmaya karar vermiş oluyordu. Nasıl olsa Yahudiler tarihlerinde bu tür tahriflere alışmışlardı..
Siyonizm’in fikir babası olarak bilinen Theodor Herzl, kendilerine Filistin'de toprak verilmesi için Sultan II. Abdülhamit'le görüşme yapmak istedi. Bazı kitaplarda II. Abdülhamit'in onlarla görüştüğü ancak tekliflerini reddettiği söyleniyor. Oysa gerçekte II. Abdülhamit onlarla görüşmeyi kabul etmemiştir. Bunun üzerine Yahudi heyeti başbakan Tahsin Paşa yoluyla tekliflerini iletmişlerdir.
Yahudiler 1902 yılında Tahsin Paşa yoluyla padişaha ilettikleri tekliflerinde şunları bildiriyorlardı:
"Yahudiler aşağıda bulunan hususları taahhüt ederler:
1.Osmanlı devletinin otuz üç milyon İngiliz altınına ulaşan borçlarının tamamını ödemeyi,
2.İmparatorluğu korumak için 120 milyon altın franka mal olacak deniz filosu yaptırmayı,
3.Devletin mali durumunu canlandırmak için otuz beş milyon altın lira faizsiz borç vermeyi.
Bütün bunlar Yahudilerin, yılın herhangi bir gününde Filistin'e ziyaret maksadıyla girmelerine müsaade edilmesine ve Yahudilerin Kudüs-i Şerif'te kendi dinlerine mensup olanların ziyaretleri esnasında içinde kalabilecekleri bir müstemleke (kanton) kurmalarına izin vermesine karşılıktır".
Sultan II. Abdülhamid'e böyle bir teklifte bulunan heyetin başında Siyonizm’in babası Herzl vardı. Osmanlı'daki Yahudi lobisinin ileri gelenlerinden Emanuel Karaso da bu heyetin içinde bulunuyordu.
Yahudilerin bu teklifine Sultan II. Abdülhamid'in cevabı şu olmuştur:
"Tahsin! Onlara de ki:
Devletin borçları onun için bir ayıp değildir. Çünkü, Fransa gibi başka devletlerin de borçları vardır ve borçları onlara zarar vermemektedir.
Kudüs-i Şerif'i İslam'a ilk önce Hz. Ömer (r.a.) fethetmiştir. Burayı Yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanların korumam için bana tevdi ettikleri emanete ihanet etme suçunu yüklenemem.
Yahudiler, mallarını kendilerine saklasınlar. Devlet-i Âliye'nin İslam düşmanlarının mallarıyla yapılan kalelerin arkasına sığınması mümkün değildir.
Emret çıksınlar! Bir daha benimle görüşmeye veya buraya girmeye uğraşmasınlar".
Siyonist lider Theodor Herzl de anılarında, Sultan II. Abdülhamid'in kendilerine şu cevabı verdiğini yazmaktadır: "Doktor Herzl’e bu konuda yeni adımlar atmamasını öğütleyin. Çünkü ben bir karış toprak dahi veremem. Orası benim kendi mülküm değil milletimin mülküdür. Milletim bu yer için savaşmış ve orayı kanı ile sulamıştır. Yahudiler milyonlarını kendilerine saklasınlar. Bir gün gelir de İmparatorluğum parçalanırsa işte o zaman Yahudiler, Filistin'i para ödemeden alabilirler. Fakat ben sağ olduğum müddetçe bedenimin neşterle yarılması Filistin'in İmparatorluğumdan koparılmasından benim için daha kolay bir hadisedir. Bu imkânsız bir şeydir. Ben daha sağ iken bedenimizin üzerinde otopsi yapılmasına asla müsaade edemem."
Osmanlı Devleti'nden bir şey koparamayan Siyonistler bu kez, İngilizlerle ve diğer Batı ülkeleriyle işbirliğine gitmeyi kararlaştırdılar. Osmanlı Devleti'ni yıkmak veya zayıflatmak için her fırsatı değerlendiren Batı ülkeleri Siyonistlerin kendilerine yanaşmalarını da iyi bir fırsat olarak görüp değerlendirdiler. Bunun sonucunda 1916 yılında Fransa, İngiltere ve Rusya arasında Sykes - Picot Anlaşması adı verilen bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma İslâm topraklarının Fransa, İngiltere ve Rusya arasında paylaştırılmasını öngörüyordu. Anlaşmanın Filistin'le ilgili maddesinde de şöyle deniyordu: "Diğer ortakların ve Mekke şerifinin muvafakati alındıktan sonra Rusya ile de istişare yapılarak bu bölgede uluslararası bir yönetim kurulsun."
İngiltere'nin Siyonist hareketle işbirliğini en açık bir şekilde ortaya koyması Balfour Deklarasyonu'nu yayınlamasıyla gerçekleşmiştir. Zamanın İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour'dan adını alan deklarasyonda şöyle deniyordu: "Haşmetli İngiliz kraliyet hükümeti, Filistin'de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır. Şurası açıkça bilinmelidir ki haşmetli kral, Filistin'de bulunan Yahudiler dışındaki milletlerin dini ve medeni haklarına zarar verecek veya Yahudilerin başka herhangi bir ülkede elde ettikleri haklarını ve siyasi nüfuzlarını zedeleyecek hiçbir şey yapmayacaktır."
Arthur Balfour
Bu deklarasyonun yayınlanmasının tarihi 2 Kasım 1917'dir. Bu deklarasyonun yayınlanmasıyla birlikte Filistin'de uluslararası bir yönetim oluşturulmasıyla neyin amaçlandığı herhangi bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde açığa çıkmıştır.
İngiltere Krallığı Balfour Deklarasyonu'nun yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra yani 1917 yılında Filistin işgalini gerçekleştirdi. 9 Aralık 1917'de İngiliz işgal kuvvetlerinin komutanı General Allenby'nin komutasındaki birlikler Kudüs'e girmişlerdir. İngiliz işgali normalde ikinci haçlı işgaliydi. Ancak bu işgalin gayesi bölgede bir haçlı hâkimiyeti kurmak değil Siyonist hâkimiyetin alt yapısını oluşturmaktı. General Allenby'nin emrindeki askerlerin Kudüs'ü işgal etmeleri de Sykes-Picot Anlaşması'nda ve Balfour Deklarasyonu'nda Siyonist örgütlere yapılan vaatlerin yerine getirilmesi amacını taşıyordu.
Burada şunu öncelikle ifade edelim ki Filistin'in 1917'de İngiliz hâkimiyetine geçmesinin sebebi bölge ahalisinin herhangi bir ihaneti ve dış güçlerle işbirliği değil, Osmanlı ordusunun Mısır cihetinden baskın düzenleyen İngiliz ordusu karşısında yenilgiye uğramasıdır. Bu yenilgide, 1908'de Sultan II. Abdülhamid'i tahttan indiren İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ihanetçi politikasının ve Filistin'i ikinci plana itmesinin önemli rol oynadığı tahmin ediliyor.
İngilizlerin 1917'de Filistin topraklarını işgal etmelerinde zamanın Mekke Şerifi Hüseyin'le kurulan ilişkilerin ve arka planda gerçekleştirilen işbirliğinin de önemli rolü oldu. İngilizlerin Şerif Hüseyin'le gizli ilişkiler içine girmelerinin ve kendisine birtakım vaatlerde bulunmalarının en önemli sebebi dünyada dağınık bir halde yaşayan Yahudilerin devlet kurabilmeleri için gerekli şartların oluşturulması gayesiydi.
Şerif Hüseyin
İngilizler Filistin topraklarına; "Ürdün Şerifi Hüseyin'e yardım ve Arapları Osmanlılara karşı korumak (!)" iddiasıyla girdiler. Ancak gerçekte bu işgalin amacı Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi hâkimiyeti kurdurabilmek için gerekli şartları oluşturmaktı. İşgal sonrasında İngilizler Şerif Hüseyin'e yaptıkları vaatlerin hiçbirini yerine getirmediler. Başlangıçta gizli tutulan ancak Bolşevik İhtilali sonrasında Rus gazetelerince açığa çıkarılan Sykes - Picot Anlaşması ve Balfour Deklarasyonu da Şerif Hüseyin'in oyuna getirildiği hakkında fikir veriyordu. Ancak Şerif Hüseyin oyuna getirildiğini oldukça geç fark edebildi.
Batı emperyalizminin İslam coğrafyasının kalbinde böyle bir devlet kurdurmasının iki önemli amacı vardı. Birincisi Batı toplumları açısından bir sorun olarak görülen Yahudi azınlıkların göç edebilecekleri bir yurt oluşturulmasıydı. İkinci amaç ise İslâm coğrafyasının kalbine bir uzak karakol yerleştirmek, onun vasıtasıyla İslâm dünyasındaki gelişmeleri yakın takibe almak ve Batı açısından tehlike oluşturacak gelişmeleri önce bu karakol vasıtasıyla vurmaktı. O yüzden küresel emperyalizm söz konusu uzak karakolu oluşturmak için devreye giren İngiliz işgal güçlerine sürekli destek verdi.
İngilizlerin 1917'de gerçekleştirdikleri Filistin işgali 24 Temmuz 1922 tarihinde bugünkü Birleşmiş Milletler konumunda olan Milletler Cemiyeti tarafından onaylandı ve Filistin toprakları resmen İngilizlerin vesayetine verildi. İngilizlerin işgalinden sonra Yahudilerin Filistin topraklarına göçü de hızlandı.
İşgal yönetimi Yahudilerin bu topraklara yerleşebilmesi için her türlü imkânı hazırlıyordu. Bunun yanı sıra İngiliz işgaliyle birlikte toplu katliamlar, sürgünler ve haksızlıklar da başladı. İngiliz işgalciler bir yandan Müslümanları öldürerek mülklerini ellerinden alırken diğer yandan Yahudilerin bu topraklardan mülk edinmelerini ve yerleşmelerini kolaylaştırıyorlardı.
İngiliz işgal güçleri Filistin topraklarında bir Siyonist işgal devletinin kurulması için şartların oluştuğunu gördükten sonra bu topraklardan çekilmeye karar vermiştir.
İngilizler yerlerine Yahudileri bırakarak 1947'de Filistin'den çekilmeye başladılar. Bunun hemen arkasından Yahudiler kendi devletlerini kurabilmek için bir iç çatışma başlattılar. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1947'de Filistin topraklarının Araplarla Yahudiler arasında paylaştırılmasına dair bir karar aldı. 181 sayılı bu karar Filistin topraklarının % 55'ini ve verimli kısımlarını Yahudilere, epey bir kısmı verimsiz ve çölden ibaret % 45'ini de Araplara veriyordu. Yahudilerin çıkardıkları tedhiş olayları ve iç savaş sebebiyle İngilizler 1948'de Filistin topraklarından tamamen çekildiler. Bunun ardından Yahudiler BM'nin kendilerine verdiği toprakların üçte biri oranında daha toprak işgal ederek 14 Mayıs 1948'de İsrail devletinin kuruluş deklarasyonunu yayınladılar. İsrail'in kuruluşu ve bu kuruluşun 181 sayılı BM Genel Kurulu kararına dayandırılmasıyla 960 bin Filistinli Arap evsiz, mülteci durumuna sokuldu.
Filistin topraklarında kurulan Siyonist işgal devleti küresel emperyalizmin bir gayri meşru çocuğudur. Ancak küresel emperyalizm bu çocuğunu yalnız bırakmamış, ona sürekli sahip çıkmıştır. Bu sahip çıkma, yerine göre BM kararlarıyla, yerine göre diplomatik oyunlarla, yerine göre askerî ve ekonomik desteklerle oldu.
Bugün küresel emperyalizmin başını çeken ABD, İsrail'in, İslâm dünyasıyla ilgili politikalarının başarılı olmasında, kendisinin İslâm ülkeleriyle ilgili çıkarlarının korunmasında büyük önem taşıdığına inanıyor. Bu yüzden İsrail'i İslâm dünyasının kalbine yerleştirilmiş bir uzak karakol ve bir tür sigorta şalteri olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla İsrail'e yönelik tehditleri kendi çıkarlarına yöneltilmiş tehditler, onun güvenliğini de kendi güvenliği gibi görüyor. Siyonist rejime her yıl milyarlarca dolar para akıtması, bu rejimi güven içinde yaşatabilmek için sürekli diplomasi savaşı vermesi hep bu yüzdendir.