Şeyma Çiçek
Vakıf, belli bir malı tahsis etmek suretiyle, o malın gelirini bir amaca binaen Allah yolunda adamak; böylelikle devamlı bir hayır kapısı açmak anlamına gelir ve Peygamber Efendimiz'in(s.a.v) bizzat kendi uyguladığı, tavsiye ettiği bir sadaka-i cariye şeklidir. Böylelikle kişilere bağımlı olmayan ve devamlılığı sağlanabilen, denetlenebilir bir hizmet yolu açılmaktadır. Vakfedilen mal satılamaz, hibe edilemez, miras kalamaz.(1) Vakıf kültürü; çeşitli ayet ve hadislere dayanarak toplum genelindeki uygulamalar neticesinde sosyal yapıyı geliştiren, dayanışmayı sağlayan, zor durumda kalan insanların imdadına yetişen, böylece toplumu yükselten bir mekanizma oluşturur.
Vakıf meselesinde ana delillerden biri olarak Kuran'ı Kerim'de şu ayet gösterilir: ''Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça gerçek iyiliğe ulaşamazsınız.'' (Âl-i İmrân 3/92) Çünkü bu ayet gelince tefsircilerin çoğunun görüşüne göre; tefsirini Efendimiz (s.a.v) vakıf tarifine uygun şekilde yapmıştır. Ayeti duyunca sahabeden Ebu Talha (r.a.): ''Rabbimiz bizden mallarımızı istiyor; şahit ol ey Allah'ın Peygamberi; ben en sevdiğim arazimi Allah rızası için hayra tahsis ettim.'' diyerek Peygamber Efendimiz'e (s.a.v) gelir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v), ona araziyi yakın akrabalarından Hassan ve Übey'e tahsis etmesini tavsiye eder.(2)
Hadislerdeki bir önemli dayanak da şudur: “İnsanlar öldükleri zaman tabiatıyla amelleri kesilir; bunun üç istisnası vardır: Birincisi, devamlı sadaka(sadaka-i câriye) meydana getiren kimsedir ki, bundan intifa(yararlanma) devam ettikçe onun ameli de devam eder. İkincisi kendisinden sonra yararlı olan bir ilim, üçüncüsü ise kendisine hayır dua eden salih evlattır.''(3)
Dört Halife'den Hz. Ömer(r.a.) Hayber Gazvesi sonrası kendi payına düşen ve ömrü boyunca malik olmadığı çok güzel bir arazi ile ilgili Peygamber Efendimiz (s.a.v)'e ne yapacağını danışır ve şu şekilde tavsiye alır: “İstersen aynını habs et (aslını vakfet), semere ve menfaatini de fakirlere tasadduk eyle.'' Hz. Ömer de bu tavsiyeye uyarak araziyi; aslı satılmamak, bağışlanmamak ve mirasla intikal etmemek üzere fakirlere, yakın akrabaya, miskinlere, yolda kalanlara, Allah yolunda gazilere ve azatlık anlaşması yapmış kölelere vakfetmiştir. Mütevellisinin araziyi sahiplenmemek şartı ile yararlanabileceğini ifade eden bir vakfiye ile vakfını tasdik ederek kızı Hafsa ve nesline bunu vasiyet etmiştir.(4)
Yine Hz. Osman’ın (r.a) Peygamber Efendimiz'in tavsiyesi ile Medine'de Rume Kuyusu’nu satın alarak vakfettiği; Halid bin Velid'in zırh ve atlarını, Hz. Ali'nin Yenbu'da bir arazisini ve çeşmesini Allah yolunda miskinlere, fakirlere ve yolda kalanlara vakfettiği rivayet edilmektedir.
Evvela Efendimiz (s.a.v)'in ahirete doğumundan sonra kendisine ait olan beyaz bir katır, bir silah ve vakfettiği arazi dışında bir şey bırakmadığını tefekkür edersek Efendimiz (s.a.v)'in bu hayırlı işe öncülük ettiğini idrak etmiş oluruz. Nitekim İslam literatüründe bilinen ilk vakıf ise yine Peygamber Efendimiz'in kurduğu, fakat malın kaynağı kendisine ait olmayan bir vakıftır. Bir Yahudi kabilesi olan Nadiroğulları'ndan Muhayrik isimli bir kişinin ''Vefat edersem tüm mallarım Hz. Muhammed'e ait olsun ve hayra sarf etsin.'' vasiyeti gereği öldükten sonra bu mallar Hz. Peygamber (s.a.v)'e intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir rivayete göre Abdülmuttalib ve Haşimoğulları'na; bir diğer rivayete göre İslam'ın ve Müslümanların acil ihtiyaçlarına bu malı vakfetmiştir. İslam'daki ilk vakıf bu örnek olarak kabul görmektedir.(5) Vakıf hukukunun aslını teşkil eden bu buyruklar üzerine, yüzyıllardır Müslümanlar çeşitli vakıflar kurarak hayır müesseseleri oluşturdular.
Vakıf Yerleşim Yeri Örneği: Meğaribe Mahallesi
İslam'da fethedilen bir şehre; öncelikle o beldedeki Müslüman varlığını uzun süreli koruyabilecek ve huzuru temin edecek kurumlar inşa edilir. Cami, medrese gibi kurumların Müslüman şehrinin kalbinde yer alması boşuna değildir. Selahaddin Eyyûbî'nin Haçlılar’dan kurtarmasından sonra da Kudüs'te benzer yapılar inşa edildi.
Selahaddin Eyyûbî, fetih esnasında Mağriblilerden (Muvahhidîler'den) gemileriyle askeri destek almıştı. Sonrasında Mağribli askerleri Mescid-i Aksa’nın güney batısında bulunan bölgeye yerleştirdi. Kudüs'e gelen Mağriblilerin rahatça konaklayabilecekleri ve yerleşebilecekleri böyle bir mahalle kurulması, Kudüs davasına yardım etmelerinin bir sonucu olarak da görülebilir. İlerleyen zamanlarda Megâribe Mahallesi(Mağrip semti) olarak bilinecek olan bölge, örnek bir yerleşim merkezi olarak bir vakıf mahalle niteliğine dönüştü. Zamanla daha da gelişen bölge hem hac güzergâhında bir dinlenme durağıydı hem de Mescid-i Aksa ile Yahudiler arasında bir tampon bölge işlevi görmekteydi.
Selahaddin Eyyûbî'nin oğlu Melik Efdal ise 1193 yılında dini ilimlerin öğretilmesi için mahallede Efdaliyye Medresesi'ni kurmuştur. Vakfiye Melik Efdal'den sonra tanzim edilmiş(1267), ikinci bir düzenleme ise Osmanlı döneminde gerçekleşmiştir(1595)(6). Efdaliyye Medresesi; vakfiyeye göre, Kudüs’te ikamet eden Mâlikî âlimlerine ve yine Kudüs’te bulunan Mağriblilere özel olarak tahsis edilmiştir.(7)
Kudüs kadı siciline göre vakıf için belirlenen gelirler -Ayn Kerim/Ein Karim Köyü’nün gelirinin tamamı vakfa aitti- mahalle şeyhi olarak isimlendirilen bir yönetici tarafından kontrol edilerek mahallenin ihtiyaçlarına harcanmaktaydı. Mahallenin bütünü; Meğaribe Vakfı, Zaviyeler, Camii, Burak Duvarı, Efdaliyye Medresesi, Fahriyye Medresesi'nden oluşmakta(1331), Fahriyye Çarşısı'ndaki gelirler de müesseselerin ihtiyaçları için harcanmaktaydı. Yaklaşık 10.000 metrekare alandan oluşan mahalle; içinde tarihi yapılara ev sahipliği yapmış, değişik alt kurumları ile beraber belli bir amaca binaen yüzyıllarca kullanılmıştır.(7)
Vakfiyede Mağriblilerden başkasının bu mahallede oturmasına izin verilmediği açık bir şekilde yazılmıştır. Hatta şikâyetler üzerine mahalle için belli şartları taşımayanlar burada yaşamaktan men edilmiştir. Kudüs postacılığı mesleğinin bu mahalledeki cemaate tevdi edilmesi ayrıca dikkate değer bir uygulamadır. Bu vesileyle cemaat-mahalle kültürü daha rahat oluşabilmiştir.
Meğaribe Mahallesi yıllarca etrafındaki medrese, zaviye gibi kurumlar birlikte güçlü bir varlık alanıydı. Osmanlı hâkimiyetinden evvel diğer Müslüman devletler de mahalleyi olduğu gibi korumuştu. Yavuz Sultan Selim Kudüs'ü aldıktan sonra da 1967 yılındaki işgale dek işler aynı şekilde devam etmiştir. İşgal esnasında bu tarihi miras (toplam 138 yapı) işgal rejimi ile bilinçli olarak yok edilmiştir. Böylece burada devam eden 800 yıllık medeniyet izi, emek ve tarih de yok edilmek istenmiştir.
Kudüs'te Osmanlı Vakıfları
Vakıf kültürünün, İslâmi camiada en ayrıntılı şekilde sosyal yapıya temerküz ettiği halini klasik Osmanlı toplumunda da görmekteyiz. Osmanlı Devleti’nde vakıf kültürünün oldukça önemli bir yeri vardı. Hatta sosyal yapı, bir bakıma vakıf toplumu olarak temerküz etmişti.
Ord. Prof. Esat Arsebük bu yapıyı şu ifadelerle özetlemiştir: “Osmanlı ülkesinde bir adam vakıf bir evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder; vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman kendisi vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü.”(8) Nitekim Osmanlı döneminde Kudüs'teki ekili toprağın büyük bir bölümünün, yaklaşık %60'ının vakıf arazisi olduğu rivayet edilir.(9)
Böylece sosyal hayatta her alana nüfuz etmiş, sistematik bir hayır ağı olan vakıflar bazen ülke sınırlarını da aşmış, henüz fethedilmeden evvel kutsal belde Kudüs'e kadar ulaşmıştı. Bu şekilde Osmanlı Devleti henüz askeri ve siyasi hâkimiyeti ulaşmasa bile hayır kurumları ile Kudüs'e uzanabiliyordu.
Kaynaklara göre Osmanlı Devleti ile bağlantılı olarak Kudüs için kurulduğu bilinen ilk vakıf; Sultan 2. Murad döneminde Emir Mahmud'un kızı ve Çandarlı İbrahim Paşa'nın hanımı İsfahanşah Hatun'un kurduğu medrese vakfıdır. Kendisi bu medreseye gelir kaynağı olarak, İznik'teki bazı köylerden elde edilen gelirleri vakfetmişti. Yavuz Sultan Selim döneminde Kudüs'ün fethinden sonra da vakıf faaliyetine devam etmiştir. Bu vakfın geliri yıllık 288 altındı.(10)
17. yy.’ da Kudüs'ü ziyaret eden Evliya Çelebi, o dönemde Kudüs'te yedi yüz kadar vakıf olduğunu rivayet eder. Bu vakıflardan en önemlisi ise Haseki Sultan Vakfı'dır.(1557)
Bu vakıf, mülkleri bakımından oldukça zengindir. Binalar, köyler, araziler, dükkân ve değirmenler vakfın taşınmazları arasındadır. Bunlardan elde edilen gelir ile Kudüs'teki Haseki Sultan Vakfı işletilmektedir. Şeriat mahkemesi sicilindeki vakfiyede hangi görevlinin ne ile meşgul olacağı ve görevlerin ayrıntıları net bir şekilde belirtilmiştir. Ayrıca denetleme ve muhafaza etme vazifelerine de vakfiyede yer verilmiştir. Vakfiye altı komutanın imzası ile tescil edilmiştir.
Vakfiyede sabit olan yapılar; Cami, tüm ibadet eden Müslümanlara bağışlanmıştır. İmarethane, kervansaray, 55 oda, hamam, mutfak, yemek odası, fırın, kiler, avlu, ardiye odunluk, bir dizi yer ve değirmen bulunur. İmarethane, yoksul ve düşkünlere; caminin etrafındaki 52 oda kutsal beldenin yakınında yaşamak isteyen müminlere ve tek ilaha inanan inançlı ve yoksul kimselere; kervansaray ise yolculara bağışlanmıştır. Vakıfta toplam çalışan sayısı 49, düzenli olarak imarethaneden karnını doyuran yaklaşık 400 fakir kimse ve ayrıca Kudüs'ten yolu geçen ve sayısı farklılık arz eden yolcular da hizmetten yararlanmaktaydı. Kayıtlarda mevcut bilgilere göre yemeklere ek olarak günlük 2000 somun ekmek dağıtıldığı, cuma akşamları ve Ramazan günlerine özel yemekler hazırlandığı bilinmektedir. Vakfa ait mallar ve vakfın işleyişi göz önüne alındığında bu kurumun kendine yeter bir işleyişi olduğunu, düzenli bir hizmet verdiğini görmekteyiz.(11)
Vakıf kurma ve devamlılığı sağlamadaki en önemli husus şüphesiz denetlenebilir olmaktır. Vakfiye kayıtlarında her ayrıntının yer alması, vakıf çalışanların maaşlarından yemeklerin malzemesine ve çeşidine kadar her şeyin kayıtlı olması ecdadın bu konularda ne kadar hassas olduğunu göstermektedir. Osmanlı döneminde önemli vakıfların idaresi devlet tarafından sürdürüldüğü gibi denetim de devlet eliyle yapılmaktaydı.
Beytülmakdis'in hizmetine sunulmuş büyük bir vakıf kurumu olan Haseki Sultan İmarethanesi ve tüm yapılarıyla Haseki Sultan Vakfı, şehirde yoksulların günlük ihtiyaçlarını karşılamakta ve bu hayrın devamlılığı için oldukça hassas davranılmaktaydı. 1555 yılında Kudüs'e giden saray elçisi Abdülkerim, raporunda yemeklerin ne zaman, nasıl, ne ölçüde dağıtıldığından lezzetine kadar bildirmiş; ayrıca Kudüs'te fukaranın bol olması sebebiyle iki nöbet yemek pişmesi gerektiğini de eklemiştir.(12)
Kudüs, Müslüman coğrafyanın en önemli üç merkezinden biri olması hasebiyle özellikle Osmanlı Devleti'nin ilgi ve alakasının odağı olmuştu. Kudüs beldesinin yönetimindeki bazı ayrıcalıklar da bu hassasiyetten sayılabilir.
Haseki Sultan Vakfı'nın mülklerine 1967 yılında İsrail işgali ile el konulduktan sonra sadece fırın kısmı çalışmakta ve hala her gün yoksullara sabun ve ekmek dağıtılmaktadır. Vakfa ait yapının bir bölümü ise şu an okul olarak, bir kısmı da Evkaf Dairesi'ne bağlı Eğitim Müdürlüğü tarafından kullanılıyor. Kudüs şehrindeki maddi imkânsızlıklar sebebiyle imarethane kısmında hala yoksullara yemek dağıtılan bir yer olduğu bilinmektedir.(13)
Kaynak ve Dipnotlar: